Dünkü ve bugünkü Kapadokya
  1. Anasayfa
  2. Kapadokya Tarihi

Dünkü ve bugünkü Kapadokya

0

Bugün ülkemizin üzerinde bulunduğu Anadolu toprakları, eski dönemlerde özellikle de batı toplumları arasında ‘Küçük Asya’ olarak adlandırılmaktaydı. Kapadokya olarak adlandırılan bölge ise, ilk çağda Anadolu içinde belli bir yerleşim ve uygarlık bölgesini tanımlamak için kullanılıyordu. 

İlk çağda Kapadokya bölgesi bugünkü tanımlamamıza göre çok daha geniş bir coğrafi alanı kapsıyordu. Öyle ki, bölgenin sınırları M.Ö. 6. yy’da Karadeniz kıyılarına kadar uzanmaktaydı. M.Ö. 360 yılında bölge iki ana parçaya ayrıldı. Bunlardan biri Karadeniz Kapadokya’sı ya da Pontos adı ile anılırken, diğeri Büyük Kapadokya olarak adlandırılmaya başlandı. Büyük Kapadokya bölgesi, bugünkü Kırşehir, Nevşehir, Aksaray, Niğde, Kayseri, Yozgat, Malatya illerinin tamamını ve Ankara’nın doğusu, Sivas’ın güneyi ve Adana’nın kuzey bölümlerini içeriyordu. Kapadokya bölgesinin sınırları daha sonraki yıllarda birçok kez daha değiştirildi ve küçültüldü. Günümüzde Kapadokya denildiğinde ağırlıklı olarak Nevşehir ili merkez olmak üzere Nevşehir ilinin Aksaray, Kayseri ve Niğde illerinde coğrafi ve tarihi anlamda devamı olan topraklar anlaşılmaktadır.

Kapadokya adının kaynağı
Anadolu’da Yunan kolonizasyonunun klasik çağının yaşandığı dönemde İran yüksek yaylalarından gelen Persler burada hızla yayılarak Yunan şehirlerini tek tek ele geçirmişler ve Anadolu toprakları üzerinde büyük bir Pers krallığı kurmayı başarmışlardır. Kapadokya adına ilk kez işte bu dönemden kalan bir Pers yazıtında rastlanmaktadır. M.Ö. 522-486 yılları arasında iktidarda bulunan Pers Kralı I. Dareios zamanında dikilmiş bir sütun üzerinde bulunan yazıtta, ‘Katpatuka’ kelimesi geçmektedir. Bu kelime Pers dilinde Kapadokya anlamına gelmektedir. Katpatuka kelimesinin Pers dilindeki anlamının ‘güzel atlar ülkesi’ olduğu yolunda görüşler ileri sürülmüş ve bu görüşler birçok kaynağa yansımıştır. Ancak kelimenin kökeni ve anlamı konusunda farklı görüşler de bulunmaktadır.
Bartholomae’nin yayınladığı, ‘Eski Pers Dilinin Dev Sözlüğü’ adlı eserde Katpatuka adlı bir kelime bulunmamaktadır. Bu sözlükte ‘güzel atları olan’ anlamında kullanılan sözcük, Huv-Aspa’dır. Prof. Dr. Bilge Umar, Kapadokya kelimesinin Anadolu kökenli olduğu görüşündedir. Kelimenin ana gövdesini oluşturan Katpat adının Hititlerin ana tanrıçası Khepat (Hepat) olduğunu ve kelimenin sonunda bulunan -uka ekinin halk ve ulus adı türetmek için o dönemde yaygın olarak kullanılan bir ek olduğunu örnekleriyle belirtmektedir. Khepat-ukh, ya da Perslerin kullandığı şekliyle Katpatuka, ‘Khepat halkı’ ya da ‘Khepat halkının yurdu’ anlamına gelmektedir. Gene o dönemlerde ülkelerin baş tanrılarının adı ile adlandırıldıkları gerçeği gözönüne alınırsa bu adlandırma dönemin anlayışı ile tam olarak uyuşmaktadır. Bu yaklaşımdan hareketle Kapadokya kelimesinin ilk biçiminin Hitit kökenli Khepatukh olduğu ve ana tanrıça Khepat’ın ülkesi anlamına geldiği belirtilmektedir. Khepatukh kelimesi daha sonradan Med ve Pers boyu İranlıların ağzında Katpatuka biçiminde kullanılmıştır. Helen toplumu ise bu kelimeyi kendi ağızlarına uydurmuş ve Kappadokia olarak kullanmıştır. Bizler bugün bu bölgeye Kapadokya diyoruz.

Kapadokya’da taş devrinin ilk sakinleri
Kapadokya bölgesinin önemi sadece dünyada eşi benzeri bulunmayan doğal oluşumlarından kaynaklanmamaktadır. Tüf taşından oluşan kayalar kolay işlenebilmeleri nedeni ile çok eski dönemlerden bu yana insanların dikkatini çekmekte gecikmemiştir. Bölgenin eski dönemlerde volkanik yapısı nedeni ile insan yerleşimine çok uygun olmadığı düşünülse de, arkeolojik bulgular Kapadokya bölgesinin prehistorik dönemlerden bu yana insan yerleşimine sahne olduğunu göstermektedir. Kapadokya prehistoryasında Paleolitik dönemden başlayan buluntular, Neolitik Çağ (M.Ö. 8000-5500), Kalkolitik Çağ (M.Ö. 5500-3000) ve Tunç Çağı’nda (M.Ö. 3000-1200) yoğunlaşmaktadır. Bölgedeki höyüklerden çıkmış olan tarih öncesi döneme ilişkin eserler yöre müzelerinde sergilenmektedir. Buluntu yerlerinin çoğu görsel açıdan etkileyici değildir. Ancak bu döneme ilişkin buluntular Anadolu arkeolojisi ve tarihi açısından çok önemli bir yere sahiptirler.

Anadolu’nun Hititler öncesi halkları
Anadolu’da Tunç Çağı’nın yaşandığı yıllarda ve özellikle M.Ö. 3000-2000 arası dönemde, Hattiler, Luviler ve Hurriler gibi uluslaşma özelliği gösteren halkların yaşadığı bilinmektedir. Bu halklar hakkında elimizde ne yazık ki fazla bilgi bulunmamaktadır. Son yıllarda bu halkların Anadolu kökenli yerli halklar olduğu konusunda görüşler yaygınlaşmaktadır. Bugün bildiğimiz bu toplulukların kendilerinden sonraki Anadolu halklarını ve özellikle de Hititleri fazlasıyla etkilediğidir. Hititler gerek dil ve yazı gerekse dini hayat açısından kendilerinden önce ve kendi çağdaşları olan bu topluluklardan fazlasıyla etkilenmişlerdir. Bu etkileşim uzun yıllar birlikte yaşamış olmaktan kaynaklanmaktadır.

Anadolu’da tarih çağları
Tarih yazı ile başlar. Bu bakımdan insanlığın yazıyı bulması tarihte bir dönüm noktası olarak kabul edilmiştir. Yazının bulunmasından önceki dönem tarih öncesi ya da prehistorik dönem yazının kullanımı ile başlayan dönemler ise tarih çağları olarak tanımlanmıştır. Yazının dünyada ilk kullanımı M.Ö. 3200 yıllarında Mısır ve Mezopotamya’da olmuştur. Yazının Anadolu’da yaygınlaşması ise M.Ö. 1900 yıllarına denk gelir. Yazıyı Anadolu’ya taşıyan ticari amaçlarla buraya gelen Asurlu tüccarlardır. Bu nedenle Anadolu’da tarih çağlarının başlaması Asur Ticaret Kolonileri Çağı’na (M.Ö. 1900-1800) denk gelmektedir.

Hititler ve yazı
Anadolu’da yazıyı ilk kullanan topluluğun Hititler olduğu bilinmektedir. Hititler iki tip yazı kullanmışlardır. Bunlardan biri Asurlu tüccarlardan öğrendikleri çivi yazısı, diğeri ise Hitit hiyeroglifi olarak bilinen yazıdır. Asurlu tüccarlardan öğrendikleri çivi yazısını kendi dillerinde yazmışlar ve daha çok ticari yazışmalarda kullanmışlardır. Hititlerin daha sonradan kullandıkları diğer çivi yazısı ise Babil kökenli olup M.Ö. 1650-1200 yılları arasında kullanılmıştır. Hitit Hiyeroglifi olarak bilinen yazı ise, Anadolu halklarından Luvilerin geliştirdiği bir yazı türüdür. Bu yazı tipi Asur kolonileri çağında semboller halinde gelişmeye başlamış daha sonraları resim ve hece yazısı haline gelmiştir. Hititler bu yazıyı yoğun olarak kaya ve taş anıtlar üzerinde kullanmışlardır. Daha çok halkın kullandığı bu yazının dili Luvice’dir.

Serbest bölgelerin Anadolu’daki ilk örneği
Neolitik dönemden itibaren insanoğlunun toprağa yerleşmesi, köyler ve giderek şehirler oluşturmaya başlaması ile birlikte şehirlerin çeşitli gereksinimlerinin karşılanma zorunluluğu, uygarlıklararası ticareti de gündeme getirmiştir. M.Ö. 1900-1800 yılları arasındaki 100 yıllık dönem, Asurlu tüccarların Anadolu’da ticari bir kolonizasyon oluşturdukları ve tarihçiler tarafından ‘Asur Ticaret Kolonileri Çağı’ olarak adlandırılan dönemdir.
Asurlu tüccarların yerli krallara vergi ödeyerek büyük şehirlerin yanı başında kurmuş oldukları ‘Karum’ adı verilen pazar niteliğindeki mahalleler, günümüzün serbest bölgelerinin 4000 yıl kadar önceki ilk uygulamaları olarak kabul edilebilir. Asurlu tüccarlar, 200-250 eşekten oluşan kervanlarla Mezopotamya’dan daha çok kalay ve dokuma ürünleri getiriyor, karşılığında ise Anadolu’dan altın ve gümüş alıyorlardı.

Anadolu’nun görkemi Hititler
Asur Ticaret Kolonileri Çağı’nın M.Ö. 1800’lü yıllarda Anadolu’daki yerli krallıklar arasında çıkan savaşlardan tüccarların zarar görmeleri ve Anadolu’yu terk etmeleriyle son bulduğu düşünülmektedir. Bu yıllarda Asurlulara ait çeşitli karumlarda yangın izleri tespit edilmiş olması bu görüşü destekler niteliktedir.
M.Ö. 1900’lü yılların başlarından itibaren Anadolu’da Hitit döneminin başladığını söyleyebiliriz. Hititlerin Anadolu’nun yerli halklarından biri olduğu yolundaki görüşlerin yanı sıra Anadolu’ya Kafkaslar üzerinden geldikleri doğrultusunda görüşler de bulunmaktadır. Tarihçiler arasında tartışmalı olan bu konu yeni bulgularla ve araştırmalarla netlik kazanacak gibi görünüyor. Yazılı tabletlerden öğrendiğimiz kadarı ile Hititlerin ilk yerleşim yeri Kuşşara ve Neşa şehirleridir. Kuşşara’nın Çorum yakınlarındaki Alişar olduğu, Neşa’nın ise Kayseri yakınlarındaki Kaniş olduğu tahmin edilmektedir. Hititler daha sonraki yıllarda başkent olarak Çorum yakınlarındaki Hattuşaş’ı seçmişlerdir.
Anadolu’da siyasi birliğin sağlanması yolunda ilk çalışmaların Hititler ile birlikte başladığı bilinmektedir. Boğazköy arşivlerinde bulunan bir tabletten öğrendiğimize göre Kuşşara Kralı Anitta, gece baskınları taktiği ile Anadolu’daki bağımsız şehirlerin çoğunu tek bir yönetim altında toplamayı başarmıştır. Daha sonraki dönemlerde Hitit krallarının bazı yazılı metinlerde kendilerini Kuşşaralı adamın soyundan geldikleri için övdükleri görülmektedir. M.Ö. 1500’lü yıllarda dünya üzerinde en güçlü uygarlıklar, Mısır, Babil, Mitanni ve Hitit Devleti olduğu göz önüne alınırsa, Anadolu’da yaklaşık 1000 yıl kadar hüküm süren Hititlerin yarattığı uygarlığın kendinden sonraki kültürleri derinden etkilemesi daha iyi anlaşılabilir. Hitit Devleti tarihi, kendi içinde üç bölüme ayrılarak incelenmektedir.
1-Eski Devlet: M.Ö. 1800-1400
2-Büyük Hitit İmparatorluğu: M.Ö. 1400-1200
3-Geç Hitit Şehir Devletleri: M.Ö. 1200-700
Anadolu toprakları M.Ö. 1400’lü yıllardan itibaren batıdan gelen ve Mısır kaynaklarında ‘Deniz Kavimleri’ adı ile belirtilen kavimler hareketine sahne olur. Tarihte ‘Ege Göçleri’ olarak adlandırılan bu kavimler hareketi, önüne gelen her şeyi yakıp yıkar. En şiddetli biçimini M.Ö. 1200 yıllarında kazanan bu göçler sonucu büyük uygarlıklar zamanla zayıflar ve yıkılır. Orta Anadolu’da Hitit İmparatorluğu, Batı Anadolu’da ise Troia uygarlığının yıkılışı bu döneme rastlar.
Hitit İmparatorluğu yıkılır, ancak bütünüyle yok olmaz. İmparatorluğun yıkılmasını takiben Anadolu’da çeşitli şehir devletleri ortaya çıkar. 500 yıl kadar hüküm sürecek bu devletler, Geç Hitit Şehir Devletleri adıyla anılmaktadır. Geç Hitit Şehir Devletleri bulundukları bölge ve kaynaştıkları halklara bağlı olarak farklı tarzlar yaratırlar. Doğu Anadolu’da Hurrilerin devamı olan Urartu Devleti (M.Ö. 840-585) doğarken, Orta ve Batı Anadolu aynı dönemlerde daha karanlık bir çağ yaşamaktadır. Bu dönem, Anadolu’da genel anlamda bir kargaşa ve gerileme dönemidir. Yazının kullanımı ciddi biçimde azaldığı için tarihçiler bu dönemi, prehistorik çağlar arasında değerlendirerek Demir Çağı (M.Ö. 1250-750) adıyla da anmaktadırlar.

Tabal Krallığı (M.Ö. 900-680)
Geç Hitit Şehir Devletleri’nden Kapadokya bölgesinde yerleşik olanı Tabal Krallığı’dır. Bugünkü Kayseri, Niğde ve Nevşehir’i içine alacak şekilde kurulmuş olan krallığın merkezi Niğde Kemerhisar yakınlarındaki Tuvanuva’dır (Tuvvana). Burası Roma döneminde Tyana şeklinde adlandırılmıştır. Tabal Krallığı Anadolu’daki Geç Hitit Şehir Devletleri’nden en batıda yer alanıdır. Doğusunda Milid (Malatya), güneyinde ise Adana bölgesinde yerleşik olan Que Krallığı ile sınır oluşturmaktadır. Asur belgelerinden öğrendiğimize göre Asur kralı III. Salmanassar zamanında (M.Ö. 858-824) Tabal’da 24 küçük krallık bulunmaktaydı. Bu bilgiden Tabal Krallığı’nın tek bir krallık olmadığını, bir çeşit konfederasyonla yönetildiğini öğreniyoruz.
Bu konfederasyonun hangi krallıklardan oluştuğunu tam olarak bilemiyoruz; ancak Nahita (Niğde) kralı Saruvanas’ın Tabal Konfederasyonu’na dahil olduğu yazılı belgelerde geçmektedir. Tabal Krallığı ve diğer Geç Hitit Şehir Devletleri, Anadolu’da hakimiyet kurmak isteyen Asurlular ile sürekli bir çatışma içinde olmuşlardır. Bazen Asur egemenliğini, bazen de komşu ve çağdaş oldukları Urartu ve Friglerin egemenliklerini tanımak zorunda kalmışlardır. Sonunda güçlenen Asurlular bölgeyi tamamen denetim altına almışlar ve Tabal Krallığı’nı ortadan kaldırmışlardır.
Tabal Krallığı’ndan kalma Niğde-Kayseri-Nevşehir üçgeninde Hitit hiyeroglif yazısı ile yazılmış çeşitli kitabeler bulunmuştur. Bu kitabeler arasında, Topada, Bolkar Madeni, Erkilet, Gökçetoprak, Bahçe, Karadağ, Karaburna, Çalapverdi, Bor steli, İvriz ve Andaval yazılı anıtları sayılabilir. Bunlardan bazılarında Tabal Kralı Varpalavas’ın adı geçmektedir. Varpalavas’ın kendisinin yer aldığı bilinen kaya anıtları içinde, Konya’nın Ereğli ilçesi Halkapınar beldesine bağlı ‘İvriz (Aydınkent) Köyü’nde bulunan İvriz kaya anıtı ile Niğde’nin Bor ilçesinde bulunmuş olan Bor steli önemlidir. Bor steli İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmektedir.

Frigler (M.Ö. 750-676)
Kapadokya’nın eski halklarını anlatırken Muşki ve Frigler’e de değinmek gerekmektedir. Demir Çağı’nın karanlığından sonra, Orta Anadolu’da ilk siyasi toparlanmanın Frigler ile olduğu görülmektedir. Frigler’i oluşturan topluluklar, M.Ö. 1200’lü yıllardan itibaren dalgalar halinde Trakya üzerinden Anadolu’ya gelmeye başlayan kavimlerdir. Başlangıçta Marmara Bölgesi’nde yerleşen bu kavimler sonraları Anadolu’nun içlerine doğru yayılmışlardır.
Bunların içinde Frigler’in öncüleri ya da onlara akraba topluluklar olarak kabul edilen Muşkiler de bulunmaktadır. Asur metinlerinde de adlarına rastlanan Muşkiler, siyasi birlik sağlayana kadar göçebe bir tarz sürdürmüşlerdir. Muşkiler’in Kapadokya içinde kalan toprakları, sonradan Tabal Krallığı bölgesi haline gelen alanın kuzeybatı ve kuzeydoğusunda kalan bölgelerdir.
Frigleri oluşturan göçmen kavimler zamanla buradaki yerli halklarla kaynaşarak ulus kimliği kazanmışlar ve Kral Midas’la birlikte siyasi bir birlik oluşturmayı başarmışlardır. Hint-Avrupa kökenli bir topluluk olmalarına karşın yoğun biçimde Geç Hitit kültüründen etkilenmişlerdir. Tabii ki, etkileşim karşılıklı olmuştur. Örneğin, İvriz Hitit kaya anıtında gördüğümüz Tabal Kralı Varpalavas’ın şalında kullandığı çengelli iğne tipik bir Frig fibulasıdır.
Merkezleri Ankara Polatlı yakınlarındaki Gordion olan Frigler, Kapadokya’da hakim olan Geç Hitit Şehir Devletleri’nden Tabal Krallığı ile çağdaş ve komşudur. Bugün Kapadokya’daki höyüklerde yapılan kazılarda Hitit dönemi sonrasında Frigler’e ait kalıntılara rastlanması, bu topluluğun Kapadokya’ya kadar yayıldığını göstermektedir.
Anadolu Frigler döneminde, Ege göçlerinden sonraki en büyük istilacı hareket olan Kimmer ve ardından İskit  kavimlerinin göçüne sahne olur. M.Ö. 700’lerden itibaren Kafkaslar üzerinden Anadolu’ya gelmeye başlayan Kimmerler, Urartu Devleti’ni iyice yıprattıktan sonra Orta Anadolu’ya yönelirler. Frig ve Kimmer savaşı kaçınılmaz olur. Bu savaş sonrası Frig ülkesi yakılıp yıkılır. Kral Midas yenilgiyi hazmedemez ve intihar eder (M.Ö. 676).

Anadolu’da Med ve Pers Hakimiyeti
Frigler’in yıkılmasını takiben Kimmerler, Manisa yakınlarındaki Sart’ı (Sardes) başkent olarak seçen Lidya Devleti (M.Ö. 680-545) ile komşu hale gelirler. Kimmer saldırıları Lidya Devleti’nin de yıpranmasına neden olur. Ancak Kimmerler bu sırada tam olarak bilinmeyen bir nedenle Anadolu’yu terk ederler. Kimmerler’in çekilmesinden sonra Anadolu’da sırasıyla Med ve Pers egemenlikleri dönemi başlar. Medler ve Persler M.Ö. 1300 yıllarında Kafkaslar üzerinden İran tarafına göçen kabilelerden oluşmaktadır. Başlangıçta göçebe ve çeşitli beylerin yönetiminde olan bu kabileler sonraları siyasi birlik sağlar ve yerleştikleri bölgede güçlü birer uygarlık yaratırlar.
Med Devleti, M.Ö. 700’lerde tarih sahnesine çıkar. M.Ö. 612’de Medler, İskitler ile birleşir ve Önasya’nın en güçlü siyasi birliği olan Büyük Asur İmparatorluğu’nu yıkarlar. Medler, M.Ö. 585 yılında Anadolu’nun içlerine doğru ilerleyerek Urartu Devleti’nin egemenliğine son verirler. Bu başarıdan sonra Medler Anadolu’ya yayılmaya devam eder ve Kapadokya bölgesine kadar gelip yerleşirler. Anadolu’daki Med egemenliği, Perslerin M.Ö. 550’de Medleri yenerek tarihten silmesine kadar devam eder. Bu yıldan itibaren Anadolu’da Perslerin yayılması başlar ve Persler doğudan Kızılırmak’a kadar olan bütün bölgeyi denetim altına alıp Lidya ile komşu olurlar. Bu şartlarda Lidya ve Pers savaşı ufukta görünmeye başlar. Pers Devleti bu savaşı kazanır ve M.Ö. 547’den sonra tüm Anadolu’ya hakim olur. Perslerin Anadolu’daki hakimiyeti, Makedonya Kralı Büyük İskender’in Pers ordularını art arda yenerek Pers İmparatorluğu’nu çökertmesi ile M.Ö. 331’de son bulur.
Perslerin Anadolu’da bulundukları dönemde (M.Ö. 547-331) Kapadokya doğal olarak Perslerin hakimiyeti altındadır. Persler Anadolu’yu ‘satrap’ adı verilen askeri valilerle yönetiyorlardı. Kapadokya Satraplığı’nın merkezi Kayseri idi. Persler, Efes’den başlayıp Kapadokya’dan geçerek Mezopotamya’ya kadar ulaşan ünlü Kral Yolu’nu bu dönemde yaptırırlar. Kapadokya adına yine ilk kez bu dönemden kalan bir Pers yazıtında rastlanmaktadır. M.Ö. 522-486 yılları arasında iktidarda bulunan Pers Kralı I. Dareios zamanında dikilmiş bir sütun üzerinde bulunan yazıtta, ‘Katpatuka’ kelimesi geçmektedir. Bu kelime Pers dilinde Kapadokya anlamına gelmektedir. Katpatuka kelimesinin Pers dilindeki anlamının  ‘güzel atlar ülkesi’ olduğu yolunda görüşler ileri sürülmüş olmakla birlikte, kelimenin kökeni ve anlamı konusunda farklı yaklaşımlar da bulunmaktadır.

Kapadokya Krallığı (M.Ö. 332-M.S. 17)
Makedonya Kralı Büyük İskender M.Ö. 331’de Pers egemenliğinin sonu olan ünlü Asya seferi sırasında Anadolu’da fazla bir dirençle karşılaşmaz. Bir tek Kapadokya’da bulunan Pers Satraplığı İskender’e direnir. İskender Kapadokya’nın güneybatı bölümünü ele geçirir ve yoluna devam eder. İskender’in gidişinin ardından Pers yanlılarından Ariarates M.Ö. 332’de Kapadokya’nın yarı bağımsız kralı olarak başa geçer.
İskender’in M.Ö. 333 yılında tropik bir sıtmaya yakalanarak aniden ölmesine kadar Ariarates Kapadokya Krallığına devam eder. İskender’in ölümünü takiben onun yetkilerini devralan Perdikkas, Kapadokya’yı İskender İmparatorluğu’na katmak için harekete geçer ve Ariarates’i yenerek öldürür. Ancak iki taraf arasındaki çatışma hiç eksik olmaz. Sonunda bu çatışmalardan Pers yanlıları üstün çıkar ve M.Ö. 280’den itibaren Kapadokya Krallığı bölgede yerleşik bir güç haline gelir.
Kapadokya Krallığı daha sonra uzun dönem bölgede egemen olmak isteyen güçlerle mücadele etmek durumunda kalır. Galatlar (Keltler), Makedonyalılar, Pontuslular ve Romalılarla girişilen savaşlar sonrası krallık zayıflar ve önce Pontusluların ardından da Romalıların egemenliğini tanımak durumunda kalır. M.S. 17’de Kapadokya Krallığı Roma Devleti’nin Anadolu’daki bir ili konumuna getirilerek Roma Devleti’ne katılır.

Kapadokya’da Roma Dönemi (17-395)
17 yılında Tiberius zamanında Roma İmparatorluğu’nun bir ili konumuna gelen Kapadokya, kuzeyde Samsun, güneyde Adana, batıda Tuz Gölü ve doğuda ise Fırat Nehri kıyılarına kadar uzanan geniş bir alanı kaplıyordu. Bölge uzun süren savaşlar sonrası oldukça yoksul düşmüştü. Bölgeden alınan vergilerin azaltılmasının yanı sıra Galatya ile Kapadokya’yı birbirine bağlayan yolların yapılması, Nevşehir’i batıya bağlayan yolların yapılması gibi imar faaliyetlerine girişilerek bölgenin canlandırılmasına çalışıldı.
Roma egemenliği döneminde Kapadokya’da üç merkez dikkatimizi çekmektedir. Bunlar, Kapadokya eyaletinin merkezi durumundaki Kayseri (Casearea) ve Kemerhisar (Tyana) ile Avanos’dur (Venessa). Roma döneminde, İran’da hüküm süren Sasani Devleti’nin (226-651) Kapadokya bölgesine saldırılarda bulunduğunu görüyoruz. Hatta bir ara Kayseri’nin kısa süreli de olsa Sasaniler’in denetiminde kaldığı biliniyor. Roma İmparatoru III. Gordianus’un Sasani akınlarından korunabilmek için Kayseri şehrinin etrafını surlarla çevirdiği bilinmektedir. Bu surlar sonraki yüzyıllarda Bizans ve İslami dönemlerde geliştirilip sağlamlaştırılacaktır. Aynı dönemde bölge için bir diğer tehdit unsuru da Trakya üzerinden Anadolu’ya giren Gotlar (Gothlar) olmuştur. Roma gerek dış gerekse iç çatışmalar sonucu gittikçe zayıflamış ve imparatorluk 395 yılında doğu ve batı olarak ikiye ayrılmıştır.

Hıristiyanlığın Anadolu’da yayılmaya başlaması
Roma İmparatorluğu döneminde Filistin’deki Yahudi topluluğu içinde yayılmaya başlayan Hıristiyanlığın, imparatorluk kurumlarını tanrılaştıran putperest Roma yönetiminin baskıcı tavırları ile karşılaşması kaçınılmazdı. Bu dönemde Hıristiyanlık hem hızlı bir yayılım gösteriyor hem de farklı yorumlarla değişim geçiriyordu. Bu değişime karşı çıkanlar Ortodoks düşüncenin oluşumunu hazırladılar. İlk Hıristiyanların oldukça acı çektiği bu yıllarda Kayseri Başpiskoposu Basilius (329-379) (Basileos, Basil, Basileios) Kapadokya’da Ortodoksluğun temellerini atıyordu.
Manastır yaşam biçiminin Hıristiyanlık tarihinde 3. yy. sonları ile 4. yy. başlarında Mısır’da başladığı ve Filistin ile Suriye’de hızla yayıldığı bilinmektedir. Basilius Mısır ve Suriye’de bulunduğu yıllarda bu gelişimi yakından izlemiştir. Aynı tarzın Basilius döneminde Kapadokya’da da başlamış olması bu bakımdan tesadüf değildir. Bu yıllar ibadetlerini daha rahat sürdürmek isteyen Hıristiyanlar’ın, Kapadokya’nın kayalık bölümlerine çekildikleri, kaya içlerinde manastırlar ve kiliseler oluşturmaya başladıkları yıllardır. Göreme civarı ise ilk yerleşilen yerler arasındadır. Basilius’un hayatını anlatan bir belgede Göreme’nin adının ilk kez ‘Korama’ olarak geçtiği bilinmektedir.
Kapadokya’nın üç büyük azizi olarak kabul edilen Kayserili Basilius, Basilius’un kardeşi Gregorius (Nevşehir/Nyssa piskoposu) ve Nazianzoslu Gregorius, Kapadokya’daki manastır hayatının kurucuları olarak kabul edilebilir. Nazianzos’un bugün Aksaray tarafındaki Bekarlar köyü olduğu düşünülmektedir. Güzelyurt’daki Cami Kilise bu azizin adına yapılmıştır. Bu azizlerin bölgedeki çalışmaları sonucu, Roma imparatorluğu’nun Hıristiyanlığı kabul etmesinden çok önceleri Kapadokya bölgesi büyük oranda Hıristiyanlığı kabul etmiş durumdaydı. İlk Hıristiyanlar daha çok ortaklık esasına dayanan bir yaşama biçimi oluşturmuşlardı. Hıristiyanlık bu dönemde yoksullar için doğmuş bir din görünümündeydi. Sonradan ortaklık esasının yavaş yavaş gerilediğini görüyoruz.
Roma İmparatoru Julianus Apostata (361-363) döneminde, Basilius’un bölgedeki etkinliğini kırabilmek için çeşitli baskı yöntemleri uygulamaya koyuldu. İmparator Diokletianus Kapadokya Eyaleti’ni kuzey ve güney olarak ikiye ayırarak (372) Basilius’un Kayseri’deki etki alanını daraltmaya çalıştı. Ancak Roma içinde de Hıristiyanlık hızla benimsenmeye başlamıştı. İmparator Theodosius döneminde (379-395) Hıristiyanlık devletin resmi dini oldu ve çok tanrılı inançlar yasaklandı.

Bizans devleti dönemi (395-1453)
Roma İmparatorluğu’nun 395’de ikiye ayrılmasından sonra, Kapadokya bölgesi, başkenti İstanbul (Kostantinopolis) olan Doğu Roma Devleti’nin sınırları içinde kaldı. Bizans devletinin ilk yılları kendi içinde din ve mezhep çatışmaları ile geçti. Bu dönemde Bizans’ın doğu sınırında Sasaniler bulunuyordu. 226-651 yılları arasında İran-Irak taraflarında hüküm süren Sasaniler önce Roma sonra da Bizans Devleti ile sürekli çatışma içinde olmuşlardır. 608 yılında Sasani hükümdarı II. Hüsrev, Bizans’a saldırdı ve Kayseri’yi ele geçirmeyi başardı. Kayseri 611 yılına kadar Sasaniler’in elinde kaldı.  611’de Kayseri’den atılan Sasaniler 626 yılında yeniden Kayseri’yi ele geçirerek batıya doğru ilerlemelerini sürdürdüler.
Sasani Devleti, İslam tarihinde Dört Halife Devri (632-661) olarak bilinen dönemde, 651 yılında Halife Osman zamanında ortadan kaldırılmıştır. Sasanilerin ortadan kaldırılması Bizans için önemli bir düşmanın yok olması anlamına geliyordu. Ancak aynı yıllarda Şam merkezli olarak kurulan Arap kökenli Emevi Devleti (661-750) ve sonrasında da Abbasi Devleti  (750-1258) Bizans’ın yeni düşmanları olarak ortaya çıktılar. Emeviler 709 yılında Kapadokya bölgesine saldırdılar ve Tyana kentini ele geçirdiler. Saldırılar 713 yılına kadar devam etti ve neredeyse tüm Kapadokya Arapların denetimine girdi. 726 yılında Kayseri tekrar Arap işgaline uğradı. Bölgede yaşayan Hıristiyan halk Arap akınlarından korunabilmek ve ibadetlerine devam edebilmek için yeraltı şehirleri ve kaya oyuklarına çekilmeye başladı. Bu dönemden itibaren Kapadokya bölgesinde kaya kiliselerinin hızla arttığını gözlemliyoruz.
Bizans İmparatoru III. Leon 726 yılında Arapları Kayseri’den çıkarmayı ve Malatya’ya kadar olan toprakları Bizans denetiminde tutmayı başardı. Aynı imparator döneminde, kiliselerdeki ikona ve kilise resimlerine bir yasaklama getirildi. Tasvir kırıcılık anlamında ‘İkonoklasm’ adı verilen bu dönem,  726-843 yılları arasında 117 yıl devam etti. 843 yılında İmparatoriçe Theodore ikonları tekrar serbest bıraktı. Bizans imparatorunun böyle bir yasaklama getirmesinin temelinde rahiplerin iktidar üzerindeki etkisini azaltabilmek ve kilise resimlerine taparcasına bağlılığın neden olduğu bilinmektedir. Bunda kısmen İslam baskısının da etken olduğu düşünülebilir. Bizans toplumunda, tasvir kırıcılar ile tasvir yanlısı olanlar arasında ikonoklasm döneminde ve sonrasında yoğun bir çekişme yaşandı. Tasvir kırıcı akımın Bizans’da güç bulması üzerine tasvir yanlıları Kapadokya’nın kayalık bölgelerinde rahatlıkla gizlenerek istedikleri tarz (ikonalı) kiliseler inşa ettiler. Kapadokya’da kaya kilisesi yapımı yeni bir ivme kazanmış oldu. Bu dönemde sadece Göreme civarında yapılmış olan kilise sayısının 400’den fazla olduğu bilinmektedir.
Abbasi Devleti döneminde de Bizans Arap akınlarına maruz kalmaya devam etti. Hatta Bizans Devleti bu dönemde Abbasilere vergi ödeyerek sınırlarını işgalden korumaya çalışmıştır. Abbasi halifesi Harun Reşid’in (786-809) alması gereken verginin ödenmemesi üzerine ordularıyla gelip Tyana’yı işgal ettiği bilinmektedir. Daha sonraki yıllara bölgede Arap baskısının kısmen azaldığı gözlenmektedir.

Selçuklular (1040-1318)
Orta Asya’dan gelerek ve İran çevresine yerleşmiş bulunan Türk topluluklarının biraraya gelmesiyle kurulan Büyük Selçuklu İmparatorluğu (1040-1157), Bizans’ın doğu komşusudur. Büyük Selçuklu İmparatorluğu, daha sonradan İslam dinini benimsemiştir. Bu tarihten sonra Anadolu’da Türklerin yayıldıkları görülmektedir. Bunun üzerine, birbirini engel olarak gören iki devlet karşı karşıya gelmiştir.
Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan’ın Bizans İmparatoru Romanos Diogenes’i 1071 yılında Malazgirt Savaşı’nda yenmesinden sonra, Bizans bölgede ciddi şekilde güç kaybetmiş ve Anadolu’ya girmek isteyen Türk topluluklarının önü açılmıştır. Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan kendisine Malazgirt savaşında yardımcı olan komutanlarının Anadolu’da ayrı beylikler oluşturmasına izin vermiştir. Bunlardan biri orta ve kuzey Anadolu’da hüküm sürmüş olan Danişmendoğulları’dır (1086-1178). Danişmendoğulları Haçlı savaşları sırasında Anadolu Selçukluları ile birlikte Haçlı ordularına karşı savaşmıştır. Buna karşın bu beyliğin yıkılışı yine Anadolu Selçukluları tarafından olmuştur. Danişmendoğulları döneminden kalma çeşitli eserler Kapadokya’da ve özellikle de Kayseri’de bulunmaktadır.
Büyük Selçuklu İmparatorluğu döneminde Anadolu’nun fethi ile görevlendirilen Süleyman Şah üst üste birçok başarıya imza atmış ve Anadolu’nun büyük bir bölümünü kısa zamanda ele geçirerek İznik merkez olmak üzere Anadolu Selçuklu Devleti’ni (1078-1318) kurduğunu açıklamıştır. 1157 yılında Büyük Selçuklu Sultanı Sencer’in ölümünden sonra imparatorluk tamamen dağılmış ve Selçuklu Türkleri, Anadolu Selçuklu Devleti bünyesinde toplanmışlardır. Bu dönemde Anadolu’da istilacı bir güç olarak İran bölgesinde egemenlik kurmuş olan İlhanlılar (Moğollar) dikkati çekmektedir. 1243 yılında İlhanlılar ile yapılan Kösedağı savaşında alınan yenilgi sonrası ve özellikle de 1277’den sonra Anadolu’da Moğol hakimiyeti görülür. Bu etkiler sonrası 1318 yılında Anadolu Selçuklu Devleti tamamen yok olmuştur. Anadolu Selçukluları döneminde Kapadokya bölgesinde birçok önemli yapı inşa edilmiştir. Bunların arasında çok sayıda cami, medrese, kümbet, hanlar ve kervansaraylar bugün de görülebilmektedir.

Moğollar Kapadokya’da (1318-1398)
Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılmasını takiben Anadolu’da Türk beylikleri varlığına devam etmiştir. Bunların arasında bulunan Kayı Beyliği sonradan Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu olacaktır. Kapadokya bölgesinde bu dönemde İlhanlı (Moğol) etkisi devam etmektedir.
İlhanlılar Anadolu’ya vali olarak 1318 yılında Timurtaş’ı atamışlardır. Timurtaş döneminde başkent Sivas’dan Kayseri’ye taşınmıştır. Bölgede iyice güç kazanan Timurtaş sonradan bağımsızlığını ilan etmiştir. Timurtaş’ın 1327 yılında ölümünden sonra yaşanılan otorite boşluğunu, Timurtaş’ın yanında görevli Eretna Bey doldurmuş ve 1343 yılında bağımsızlığını ilan ederek bölgede hakimiyet kurmuştur. Uygur Türklerinden olan Eratna Bey, Orta Anadolu’nun tümüne hakim olarak önce Sivas sonra da Kayseri’yi merkez yapmıştır. Eretna Beyliği çıkan iç karışıklıklar sonrası 1381 yıllında, Kayseri kadılığından vezirliğe yükselen Kadı Burhanettin tarafından ortadan kaldırılmıştır. Bölgede 1381-1398 yılları arasındaki dönem Kadı Burhanettin dönemi olarak bilinmektedir. Kadı Burhanettin 1398’de Akkoyunlular tarafından öldürülmüştür. 1365 yılında Eretna Beyliği’ndeki karışıklıktan yararlanarak Nevşehir’i almayı başaran Karamanoğulları Kadı Burhanettin’in öldürülmesini fırsat bilip bölgenin tamamını ele geçirmişlerdir.

Karamanoğulları (1256-1483)
Orta Anadolu’nun güney tarafında egemenlik kuran Karamanoğulları bir Türk beyliğidir. Oğuzların Avşar boyundan geldikleri kabul edilen beylik Türkçeyi resmi dil olarak benimseniş ve Farsça yazışmayı yasaklamıştır. Karamanoğulları’nın Anadolu’daki en büyük rakipleri 1299’dan itibaren yeni bir kimliğe bürünen Osmanlı Beyliği olmuştur. Ağırlıklı olarak Konya bölgesinde etkin olan Karamanoğulları, zamanla Kapadokya’da da yayılmaya çalışmıştır.
Osmanlı Devleti padişahı Yıldırım Beyazıt, Kadı Burhanettin’in öldürülmesinden sonra bölgeyi ele geçiren Karamanoğulları’na karşı bir sefer yapmış ve aynı yıl bölgeyi alarak 1398-1402 yılları arasında bölgeye hakim olmuştur. Bu dönemde Orta Asya, İran ve Mezopotamya çevresinde güçlü bir uygarlık kurmuş olan Moğollar, Timur’un komutasında Anadolu’ya girerek Sivas’ı ele geçirmişler ve Kayseri üzerinden batıya doğru ilerlemeye başlamışlardır. 1402 yılında yapılan Ankara Savaşı’nda Timur’un orduları Osmanlı ordularını yenmiş ve bölgede Moğollar tekrar egemen konuma gelmişlerdir. Ancak ele geçirdikleri toprakların denetimini daha önce buralarda hakim olan Türk beyliklerine devretmişlerdir. Böylelikle bölge yeniden Karamanoğulları’nın (1402-1436) denetimine girmiştir. Karamanoğulları’nın tarih sahnesinden silinmesi ise 1483 yılında, Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet döneminde olmuştur. Bölgede Karamanoğulları döneminden kalan eserlerde çini ve alçı kullanımı dikkat çekicidir.
Bölgede özellikle Maraş ve Malatya çevresinde etkin olan başka bir Türk beyliği ise Dulkadiroğulları’dır (1337-1522). Osmanlı Devleti ile doğudaki Memlukler ve Karamanoğulları arasında sürdürülen egemenlik savaşında Dulkadiroğulları bir çeşit tampon bölge konumundadır. Osmanlı Padişahı II. Murad 1436 yılında Karamanoğulları’nın  bölgedeki hakimiyetine son verirken Dulkadiroğulları ile işbirliği yapmıştır. Bu işbirliği sonrası Kayseri ve çevresinin denetimi Dulkadiroğulları’na bırakılmıştır. Dulkadiroğulları’nın bölgedeki etkinliği 1436-1515 yılları arasında devam etmiştir. 1522 yılında Osmanlı Devleti Dulkadiroğulları Beyliğini ortadan kaldırarak kendi topraklarına katmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu (1299-1923)
Osmanlı Devleti 1453’de İstanbul’u alarak Bizans Devleti’ne son vermiş ve girişilen fetih hareketleriyle çok kısa zamanda büyük gelişme göstererek geniş bir coğrafyada egemen olmuştur. Kapadokya bölgesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun orta kesimlerinde kaldığından savaşlara sahne olmamıştır. Bu dönemde Osmanlı vezirlerinden Nevşehir’li Damat İbrahim Paşa’nın Nevşehir’i geliştirmek için başlattığı hamleler, Karavezir Mehmet Seyyid Paşa’nın Gülşehir’i geliştirme çabaları, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın İncesu’yu geliştirme çabalarına tanık oluyoruz.

Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşı’ndan yenik devletlerden biri olarak çıkmış ve savaş sonrası topraklarının çoğunu kaybetmiştir. Anadolu’nun çeşitli bölgeleri bu dönemde galip devletlerce işgal edilmiştir. Ülkenin galip devletlerin egemenliğine girmesinin daha iyi olacağını düşünen padişah ve çevresinin aksine Anadolu halkı, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde birleşmiş ve işgalci devletlere karşı Kurtuluş Savaşı başlatmıştır. Kurtuluş Savaşı 1923 yılında Anadolu halkının zaferi ile sonuçlanmıştır. Anadolu’da bugün sınırları 1923 Lozan Antlaşması ile çizilen Türkiye Cumhuriyeti, barışı yeşertmeye çalışmaktadır.

Not: Bu yazı “Kapadokya Yaşam ve Gezi Rehberi – 2010” kitabında yayınlanmıştır. Yazan:Yavuzİşçen
Ocak 2010/Ankara

İlginizi Çekebilir

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir